Avea`nın iş teklifini kaçıran iki üniversite

Güncelleme Tarihi:

Avea`nın iş teklifini kaçıran iki üniversite
Oluşturulma Tarihi: Mayıs 09, 2005 10:104dk okuma

Avea, Telekom`un satışındaki kilit rolüyle de Tarkan`ı kullanarak başlattığı yeni reklam kampanyasıyla da gündemde. Buna son 2 ay içinde 900 bin yeni abone edinmesini eklemezsek haksızlık yapmış oluruz. Teknoloji Editörümüz Şükrü Andaç ile birlikte Avea Genel Müdürü Cahit Paksoy`la bir yemekte buluştuk. Doğal olarak ilk sorumuz `Avea`nın Türk Telekom ihalesinden nasıl etkileneceğiydi`. Paksoy sorumuzu başarılı bir şekilde geçiştirerek şu yanıtı verdi: Ben işin operasyon kısmındayım. Ama şurası kesin ki biz her şekilde pazardaki rekabette daha iyi bir konuma gelmek için çalışacağız. Paksoy`a göre Türkiye pazarında yapacak daha çok iş var. Şu anda Türkiye`de cep telefonu kullanıcıları yüzde 50 civarında.
Hem yerli hem yabancı operatörler bunun yüzde 80`e kadar büyütülebileceği kanısındalar. O yüzden yarış tüm hızıyla sürecek. Paksoy yapacak çok iş var derken ilginç bir de örnek veriyor:
Sadece cep telefonu konusunda değil her alanda pazar büyüyecek. ABD`de kişi başına yılda 14 gömlek tüketiliyor bu oran Türkiye`de 1 - 1.5 civarında.
Paksoy yemekte başından geçen ilginç bir olayı da aktarıyor:
Call center`larını (çağrı merkezi) bir üniversitenin içinde kurmaya karar vermişler. Böylece üniversitede okuyan öğrencilere ders aralarında aynı bina içindeki merkezlere giderek çalışma saatlerine göre ayda 250 ile 500 milyon lira arasında para kazanabilecekleri bir iş yaratmak istemişler. Ancak biri İstanbul`da biri Ankara`da iki üniversiteye de bunu kurmak mümkün olmamış. Yönetim onlardan öyle yüksek kiralar istemiş ki vazgeçmişler. Yine Avea`ya burs almak için yüzlerce üniversiteli başvuruyormuş. Paksoy onlara okullarına mani olmayacak bir iş karşılığı bunu öneriyormuş ama başvuru sahiplerinin yüzde 80`i buna yanaşmıyormuş.


Yabancı sermaye ne yazık ki `iletişim özürlü`
Baştan söyleyeyim. Yabancı sermaye karşıtı bir yazı değil bu. Yıllarca doğrudan yabancı sermayenin (FDI) gelmesi için uğraşmış bir ulusun evladı olarak `daha fazla iş, daha fazla milli gelir` yaratabilecek bu sürecin karşısında değilim. Ama yabancı sermaye Türkiye`ye gelirken binbir istek ve tehditle gelince bırakın ülkenin `uçlarını`, `merkezdeki`ler bile ister istemez `ne oluyoruz` sorusunu soruyor.
Beraberce hatırlayalım. Kimi çağrı muafiyeti istiyor, kimi yenisini ben almazsam eskisinden de çıkarım diye konuşuyor, kimi istenilen bilgileri aylarca vermeyip `çalışma izni bile alamıyoruz` diye isyan ediyor. İsteklerin bir kısmı `küçük yatırımcının haklarından serbest piyasa kurallarına` kadar sadece bizi değil dünyanın kendini modern sayan pek çok ülkesini de isyan ettirecek nitelikte. Haklı yönleri yok mu? Elbette var.
Bürokrasinin kimi kademelerinin yavaşlığı milyarlarca dolar para yatırdıkları sektörde devletin en yetkili isimlerinin verdiği `sözleri` yerine getirmeyip onları orta yerde bırakması... Yine de istek ve söylemlerini biraz abarttıklarını düşünüyorum. Ve eğer bu tarz devam ederse Türkiye`nin özelleştirmede başına gelen sürecin yabancı sermayede de yaşanabileceğini tahmin ediyorum. Türkiye özelleştirmede halkı ikna etmek, yararlarını ya da mecburiyetleri anlatmak konusunda yetersiz kaldı. Durum böyle olunca yapılmaya çalışılan her satışta `halkın malı peşkeş çekiliyor, ucuza satılıyor` diye konuşanlar insanları ikna etmeyi başardı. Sonuçta özelleştirme bir iki örnek hariç Türkiye`nin beceremediği bir operasyon haline geldi.
Şimdi yabancıların ülkedeki haklı haksız her hareketine karşı da yavaş yavaş bile olsa bir tepki konulmaya başlandı. Bu tepkilerin yayılması istenmiyorsa yabancı sermayenin kendini doğru anlatması için çaba sarfetmesi gerekiyor.
Dün TOBB`da konuşan Başbakan Tayyip Erdoğan`ın Yabancıdan korkmayın, kalkınmanın başka yolu yok cümleleri de toplumdaki bu hassasiyet üzerine sarfedilmiş cümlelerdir...


10 yıldır dizlerim titriyor, kalbim heyecanla çarpıyor
Cumartesi benim için iki kere özel bir gündü. Birincisi Milliyet`in 55`inci yaşgünüydü. İkincisi de gazetedeki 10`uncu yılımdı. Yani hayatımın neredeyse 3`te birini bu gazetede geçirmiştim.
Gazetenin kapısından girdiğim ilk günü hatırladım. Dizlerim titriyordu. Hele yazıişleri masasına ilk oturduğum an. Kalbimin sesini herkesin duyduğunu sanmıştım. Dizlerimin titremesi ve kalp çarpıntım bu on yıl boyunca hiç bitmedi. Haber heyecanı, okura karşı sorumluluk duygusu her geçen gün biraz daha arttı. Bu gazetenin sahibi Aydın Doğan ve yöneticileri de Türkiye`nin büyük bir türbülanstan geçtiği süreçte başımızı hep dik tutacak şekilde çalışmamızı sağladılar.
50 yıldır gazetemizde çalışan Sami Bey`i, 40 yıl emek veren Doğan Heper ağabeyimizi, 30 yıldır `kurumun gözbebeği` Arzu Hanım`ı, 25 yıldır çalışan Asil Bey`i, Vedat Bey`i, Muradiye Hanım`ı alkışladık. Benden önce ödül alanlar kadar ödül alırken aynı sahneyi paylaştığım kişilerin de benim için önemli bir yeri vardı.
Murahhas üyemiz Mehmet Y. Yılmaz, spor müdürü Necil Ülgen, aynı gün işe başladığım arkadaşım Nedim Şener, yıllarca İstanbul`da beraber çalıştığımız şimdi Brüksel`de yaşayan Güven Özalp, beraber acı tatlı pek çok haberi paylaştığımız İhsan Yılmaz, Önay Yılmaz, Zerrin Yazıcı... 10`uncu yıl ödüllerimizi İcra Kurulu Başkanı`mız Hanzade Doğan`dan aldık. `Sözün uçtuğunun, yazının kaldığının` bilinciyle de bu yazıyı ve fotoğrafı tarihe kayıt düştük.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!